‘Bizde kadın değerlidir’ söylemi
Korumacı cinsiyetçilik, kadınları kırılgan, korunmaya muhtaç veya belirli rollerle sınırlı olarak gören bir tutumdur. Bu tutumdan kaynaklanan yaygın davranış kalıpları kadınları geleneksel cinsiyet rollerine sıkıştırarak, onları ‘koruma altına alma’ iddiasıyla denetlemek ister. Bu anlayış esasen sinsi bir biçimde, kadınların kendi başlarına karar alamayacaklarını, kendilerini koruyamayacaklarını ve dolayısıyla erkeklerin onları koruması gerektiği düşüncesinden kaynaklanır. Nihai olarak bu tür cinsiyetçilik, koruma söylemi adı altında belirli rollerin kadınlara atfedilmesini meşru kılmak yoluyla aslında ataerkil işleyişi dayatır. Örneğin, kadınların hane içinde sonsuz döngüdeki işleri karşılıksız yapmasını, çocuk bakımından asıl sorumlu kişi olmasını, yemek, temizlik gibi birçok işi ‘sevgiyle’ ve ‘isteyerek’ üstlenmesini normalleştirir. Böylece kadını ‘evde kalmasını sağlayarak koruduğunu’ düşünen-iddia eden erkek hane içinde tüm bu işlerden muaf kalırken, dışarıda son derece konforlu bir yaşam sürdürerek cinsiyetçiliği normalleştirir.
Peki, özel alanın dışına çıkarak bir iş, bir meslek edinmiş kadınlar neden ev işlerinden muaf değildirler? Bunu çözecek ekonomik girdiye sahip kadınlar neden hala tüm bu ev içi işlerin organizasyonundan sorumludur? Kadınlar; ailenin hasta bakıcısı, çocuk bakıcısı rolünde hiçbir aşınma olmadan ‘duygusal emeğinin’ hala tartışmasız sömürüldüğü sisteme neden maruz kalır?
Tüm bu emek sömürüsü karşısında aslında kadını korumakla ilgili bir derdi olmayan korumacı cinsiyetçi söylemin failleri, aksine kamusal alanda da kadının ne giyeceğinin/giymeyeceğinin belirlenmesinde başrol oynar. Kadını koruma argümanı çerçevesinde, bireyin kadın arkadaşlarını değerlendirme pratikleri, kadını kendi eril bakış açısına dayalı bir ölçüt sistemine tabi tutmak, kadının arkadaşlarıyla ilişkisinin içeriğini bilmek ve belirlemek, iş ortamında nasıl davranacağına kadar müdahale etmek koruma söylemi altında üretilen cinsiyetçiliğin göstergeleridir. Ayrıca kadınları ‘koruma’ bahanesiyle belirli rollerle sınırlamak, onları kırılgan veya zayıf olarak göstermek de esasen kadınları belirli alanlardan uzak tutmaya; bilim, sanat ve iş alanlarında onları engellemeye aracılık eden sinsi bir yoldur.
Korumacı cinsiyetçiliğin, özellikle de kadının önce kendi ailesinde, sonra sevgilisi/eşi ile olan ilişkisinde ‘sevgi veya koruma’ kılıfları altında kolayca meşrulaştırıldığını görürüz. Peki, korumacı cinsiyetçi söylemin bu kadar kabul görmesinin gerisinde ne yatar? Bu söylem, kadınları sürekli bir tehdit altında yaşayan ve korunmaya muhtaç olarak gören bir algı üzerine kuruludur. Bu tehdit bazen gerçek, bazen hayali olabilir. Korumacı cinsiyetçilik yapanlar tehdidi yaratan unsurlarla mücadele etmek yerine maruz kalanı korumaya almayı, yani kısıtlamayı daha mantıklı bulurlar. Gerçek ya da hayali bir tehdit argümanını sürekli ortaya koymak kadınların kararlarına müdahale edilmesi ve özgürlüklerinin kısıtlanması gerektiği fikrini yaymayı kolaylaştırır. Kadınların bağımsızlığını ve özgürlüklerini sınırlayarak onların yaşamlarını kontrol altına almaya yönelik bu işleyişin bir sonucu olarak korumacı cinsiyetçilik kendisini meşru kılar ve bu yolla kadınların özgürlüklerinin ve bağımsızlıklarının sınırlaması bir sorun olarak görülmez. ‘Kadınların iyiliği’ iddiası-kılıfı altında esasen kırılgan erkeklik tarafından sunulan ve kadınları kontrol etme ihtiyacına dayanan bazı örnekler şunlardır: Genellikle ‘kadınlar için riskli’ olarak kabul edilen yerlerden kaçınmaları, belirli giyim kurallarına uymaları, herkesle iletişim kurmamaları, belirli iş tekliflerini reddetmeleri ve sosyal medya kullanımlarını kısıtlamaları vb. Kadınlar bu tür korumacı cinsiyetçilikle daraltılan hayatlarına karşı çıkarak, istedikleri gibi bir yaşam sürmeye çalıştıklarında ise genellikle büyük dirençle karşılaşırlar. Tüm bu cinsiyetçi ablukaya karşı, yüz yılı aşmış bir kadın mücadelesi tarihine rağmen, kadınlar bugün hala ‘cinsiyet sorununun eşitlikçi çözümünün feminizm’ olduğunu anlatmak için canhıraş bir cinsiyet eşitliği mücadelesi içindeler.
Bu yazıda özellikle değer kavramını seçiyorum. Neden? Çünkü artık eril akıl, saldırıdan savunma hattına geçti ve savunmasını pek çok manipülatif yolla yapmaya başladı.
Bana göre- en manipülatif olanı ise ‘bizim kültürde kadına çok değer verilir’ argümanı ile yapılan savunmadır. Dolaylı, üstü örtük cinsiyetçilikle uğraşmak açık olanıyla uğraşmaktan daha zordur. Değer kavramı örtük biçimde, kadınların lehineymiş gibi bir dil kurarak kadınları pasifize etmeye yönelik bir avuntu hattı kurar ve kadınların bu ‘verilen’ değer ile yetinip gönençli bir şekilde bunu ‘eşitlik’ olarak varsaymasını umar. Örneğin; Eskiden Türklerde kadın hakan bile olabildiğini, Çerkeslerde kızların evin en değerli misafiri olduğunu, Alevilerde ayrım olmadığını hepimizin can olduğunu, kadının ana, cennetin de anaların ayağının altında olduğunu, kadının erkeğin başının tacı olduğunu, çiçek olduğunu, ailenin temeli olduğunu, yuvayı dişi kuşun yaptığını vs. duyarız. Sizin de kulağınızı tırmalamadı mı?
Oysa kutsal aile masalının temeli olan kadınlar hala miras hakkını alamıyor, hala ölümle kalım arasında bir erkeğin vicdanına bırakılıyor, hala eşit işe eşit ücret alamıyor, hala bedeni üzerinde söz sahibi değil…. Ama çok değerli…. Değer değişkendir; toplumdan topluma, inançlara, dönemlere göre kıvamı ve ölçüsü değişir. Eşitlik süreklilik ister, hiçbir topluluğun, bir dinin, bir yönetimin, dönemin veya herhangi bir değişkenin belirleyebileceği bir durum değildir. Eşitsindir ya da değilsindir!
Peki, arkeoloji alanında çalışan kadınlar açısından durum nedir? Aileden topluma, toplumdan aileye, politikaya, kültüre, mesleklere her yere sinen bu açık ya da dolaylı cinsiyetçilik hallerini, arkeoloji alanında çalışan bir kadın olarak değerlendireceğim.
ARKEOLOJİ VE KORUMACI CİNSİYETÇİLİK
Arkeoloji disiplini de ‘beklenildiği’ gibi parlak bir tablo sunmuyor. Bu beklenti arkeoloji gibi insanlık tarihindeki değişimlerin, dönüşümlerin olduğu derin bir alanı araştıran kişilerin cinsiyetçilik sorunlarına bulaşmayacaklarına dair bir yanılsama içinde olduklarını düşündürür. Ancak bu düşünce oldukça naiftir çünkü tarih anlatılarına dikkatlice bakıldığında kadınların neredeyse figüran rollerle sınırlı olduğu eril bir anlatıyla karşılaşırız. Bu durumun devam ettiğini de deneyimlerimizden bilmekteyiz. Nitekim halen arkeolojik kazı ve çalışmalarda genellikle erkek merkeziyetçi bir bakış açısından kaynaklanan eşitsizlik, kayıtsızlık ve nihai olarak kadın arkeologların görünmezliği ile karşı karşıyayız. Sadece kadınlar değil, LGBTİ+’ları görünmez kılma, eksiltili bir anlatıya mahkum etme eğilimiyle de karşı karşıyayız. Sıklıkla bulguların yorumlanmasında erkeklerin hakimiyeti, erkek arkeologların faaliyetlerine aşırı anlam yüklenmesi, kadınların ve LGBTİ+’ların rollerinin görmezden gelinmesi ya da önemsizleştirilmesi… Cinsiyetçi önyargılar nedeniyle bulguların yanlış/taraflı ya da varsayımlarla yorumlanmasına rastlıyoruz; bilhassa mezar buluntularında silahların ve mezar hediyelerinin yalnızca erkekleri temsil ettiği, süs eşyalarının da kadınlara ait olduğu gibi yanıltıcı ve dar bir bakış açısıyla yorumlanması ve kayıt altına alınması gibi… Gözden kaçırılan ama önemli bir diğer mesele de akademik olarak veya kazı/araştırma gibi alanda cinsiyet eşitliği veya farklı cinsiyet kimliklerinin varlığına dair farkındalık çalışmalarının dışlanması. Bu da çeşitli cinsiyet rolleri veya toplumsal cinsiyetin çeşitliliği konusunda yapılan varsayımların eksik, yanlış, yanlı veya tümden yok sayılmasına neden olabiliyor.
Kadınların farklı mesleklerde olduğu gibi arkeoloji alanında da açık cinsiyetçilik, düşmanca cinsiyetçilik ve ayrımcılıkla baş başa kaldıkları açıktır. Açıktan cinsiyetçilik türlerinin yanı sıra arkeoloji/kazı alanında ‘korumacı cinsiyetçilik’ ile de sıklıkla karşılaşıyoruz. Kazı alanlarında yapılan çalışmalarda, kadın arkeologların ‘kadına uygun’ olarak tayin edilen ve sınırlı sorumluluklarla görevlendirildiklerini yaşadıklarımızdan ve anlatılardan biliyoruz. Kadın arkeologlar daha çok ofis işleri, çizim, depo sorumluluğu gibi işlere uygun görülmekte. Örneğin, Türkiye’de yer alan çoğu kazıda kadın arkeologların ya da öğrencilerin arazide ‘ağır iş yapamayacağı’ ‘fiziklerine daha uygun’ olduğu gibi savlarla kazı evlerinde ikincil işlerde görevlendirildiğine tanık oluyoruz. Bu durum eleştirildiğinde sıklıkla korumacı cinsiyetçilik söylemi ile karşı karşıya kalıyoruz; “aslında sizi koruyoruz, ağır işleri vermiyoruz, yıpranmanızı istemiyoruz” gibi… Bu konuya dair yürütücüsü olduğu yüzey araştırması projesinde doğrudan doğruya “kız öğrenci istemem” tutumu sergileyen, gerekçe olarak kız öğrencilerin hızlı yürüyemeyerek işi yavaşlatacaklarını öne süren bir akademisyenle sohbet
ettik. Ardından “ne gerek var o kadar yorulmalarına” şeklinde bir korumacı cinsiyet söylemine sığındığını gördük. Açık ayrımcılığa karşı itirazlar bu akademisyeni korumacı cinsiyetçi bir söyleme itti.
AR-KA PROJESİ adı ile 2023 yılında kazı alanlarında neler olduğunun raporlanması amacıyla yürütülen bir çalışmada kazı alanlarında yaşanan cinsiyetçiliği de açığa çıkaran sorular ve sonuçlar korumacı cinsiyetçiliğin çarpıcı ve sıradan örnekleridir. Raporda görüşmecilerden doğrudan alınan yanıtlar şöyle:
“Kadın olduğum için yüzey araştırmasına alınmadım.”
“Kazı alanlarındaki iş bölümüyle birlikte, zaman zaman alanda çalışan işçiler sebep gösterilerek, özellikle kadın çalışanların kıyafetine yönelik cinsiyetçi ve ayrımcı yaklaşımlar yapılıyor. İşçilerin çoğunluğu erkek olduğu için ‘işte burası yöre, yöresel bir yer, geleneksel bir yer’ bahanesi var. ‘Burada işte laf söz olmasın.’ ‘Aman başımız derde girmesin’ anlamında bir namus bekçiliği var bir taraftan.”
“Arazi sorumlusu aman bir erkek olsun, raporlamayı kadınlar yapsın, araziyle ilgili bir iş yapılacaksa erkekler çıksın. Kadınlar çizime geçsin, raporlamaya geçsin şeklinde bir ayrımcılık yapılıyor. Bu başlarda pozitif bir ayrımcılık olarak gözükse de bence negatif çünkü işimi yapmamı engelliyor, beni ekarte ediyor.”
Bu üç örnekte de belirgin bir korumacı cinsiyetçi yaklaşımın sergilendiğini görüyoruz. İlginçtir ki korumacı cinsiyetçiler, kadın arkeologlar/öğrenciler sözel ve davranışsal olarak küçümseyici tavırlara maruz kalıp bunu dile getirdiklerinde onları ‘alıngan/ kırılgan’ olmakla suçlayabilmekteler. Erkekler, kadınları kırılgan oldukları iddiasıyla korurken, aynı zamanda onları aşırı kırılgan olarak damgalayabiliyorlar. Özellikle kadın arkeologlar veya öğrenciler, maruz kaldıkları sözlü ve fiziksel tacizi dile getirdiklerinde, yalnızlaştırılıyor, susturuluyor ve taciz edildiğine inanılmıyor. Bu şekilde, kadınları dipsiz bir kuyuya hapsetme ortamı oluşturuluyor. Anlatılan bu örnekler cinsiyetçiliği alan çalışmalarında doğrudan deneyimleyen ve dile getiren kadın öğrencilerden, kadın akademisyenlerden gelmekte. Bu durumda, korumacı cinsiyetçiliğin kadınları desteklemek yerine sorunlarla yüzleşmelerini engelleyen bir tutum sergilediği açıkça ortaya çıkıyor. Bu tür cinsiyetçilik, kadınları koruma adına gösterdiği ilgiden ziyade, onları yalnızlaştıran ve hatta suçlu hissettiren bir tehlike içerir, bu da gerçek sorunlarla yüzleşmelerini zorlaştırır. Kadınların potansiyellerini sinsi bir şekilde kısıtlamaya yönelik, genellikle olumlu ve dayanışmacı ifadelerle başlayan ancak zamanla kontrol edici ve sınırlayıcı bir davranışa dönüşen bu yaklaşım, hemen fark edilmeyen bir stratejiyi içerir. Korumacı cinsiyetçilik anlayışı oluşturulduktan sonra, kadınları arazi çalışmalarına veya engellemek istenen herhangi bir işe uygun olmadığına inandırmak çok daha kolay hale gelir. Üstelik, bu algının toplumsallaşması ‘kadın işi’ gibi bir kategorinin oluşmasına da yol açar. Böylece, artık olağanlaşan bir şekilde kadınların cinsiyetlerine uygun olmadığı gerekçesiyle birçok iş alanından, çaba harcanmadan dışlanmalarını kolaylaştıran bir mekanizma halini alır ve bu tür cinsiyetçilikle mücadele etmeyi de zorlaştırır.
Bu argümanları ileri sürenler, biyolojik indirgemeci bir yaklaşımla bedensel yetersizlik veya kırılganlık gibi öne sürdükleri özellikler üzerinden kadınları kısıtlamaya çalışırlar. Ancak bu tutum, sahada saatlerce çalışan kadınları, sürekli ev işleriyle meşgul olanları, tarla işlerinde çaba harcayanları, çit çekenleri, orak biçenleri, hatta doğum sürecinde bedenlerini parçalayıp yeniden birleşenleri görmezden gelir. Bu örnekleri vererek, eril düşünceye temel meseleleri açıklamaktan yorulduk.
Korumacı cinsiyetçilik ya da diğer ayrımcılık türlerine karşı kadınlar ses çıkarmaya başladığında, ‘tarafsızlığı bozmakla’ suçlayıp ‘bilimin cinsiyeti olmaz’ diyerek çeşitli disiplinlerde ve özellikle arkeolojide cinsiyet ayrımının olmadığını savunan yaklaşımlara kayıtsız kalmak hayli zor. Her ne kadar bu durumları dile getiren kadınlar marjinalize edilerek sözleri ve eylemleri değersizleştirilmeye çalışılsa da geri döndürülmez şekilde varız. Ne ikincilleştirilmeye ne de aşırı değer verme/koruma yöntemi ile pasifize edilmeye rızamızın olmadığını sık sık dile getiriyoruz. Değerli ve eşit olmak için ne yalan bir tarih anlatısına ne de abartılmış bir kadın imgesine ihtiyaç var!
*Doktorant